HACI BEKTÂŞ-I VELÎ Bütün Makaleler

HACI BEKTAŞ-İ VELİ FATİHA ve BESMELE TEFSİRİ

Çağına ve çağımıza damgasını vuran Horasan sufi’lerinden birisi’de hiç şüphe yok ki, Hacı Bektaş Veli dir. Onun hakkında çok sayıda eserler neşredilmiş bu vesileyle onun sunduğu mesajlar tüm insanlığa iletilmiştir.

Biz bu yazımızda, neşredilmiş bulunan eserlerinden yararlanarak onun hayatını ve eserleri hakkında bir kısım malumattan sonra İngiltere de bulunan kayıp bir eseri yani Fatiha Tefsirini ve Besmele tefsirinin bir bölümünü okuyuculara sunarak onun inanç ve görüşlerini bir nebze olsun aktarmaya çalışacağız.

Hacı Bektâş-ı Velî ( ö 669 / 1271 [?] )

Bektaşîlik tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Türkmen şeyhinin asıl adı Bektaş olup muhtemelen ölümünden sonra Hacı Bektâş-ı Velî diye şöhret bulmuştur. XIII. yüzyıl Selçuklu Anadolusu’nda Babaî hareketinin lideri Baba İlyâs-ı Horasânî’nin çevresine, XIV. yüzyılda Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna, XVl. yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşîlik tarikatının teşekkülüne adı karışan Hacı Bektâş-ı Velî’nin, devrinin kaynaklarında hemen hiçbir iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir şöhrete sahip olmadığı söylenebilir. Öte yandan Yeniçeri Ocağı’nın ve Bektaşîliğin pîri kabul edilmesi ve Alevî-Bektaşî kesiminde bir iman esası olan güçlü konumu onu çözümlenmesi gereken tarihî bir problem haline dönüştürmektedir. Bu durum, hakkındaki yetersiz tarihî bilgilerle menkıbelerin yarattığı çift yönlü (tarihî-menkıbevî) şahsiyetinin birbiriyle uyuşmazlığından kaynaklanmaktadır.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî şahsiyeti ve Anadolu’ya gelmeden önceki hayatı hakkında Vilâyetnâme’de yer alan menkıbevî bilgiler dışında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak onun “Horasan erenleri” diye bilinen Kalenderiyye akımına mensup sûfîlerden biri, dolayısıyla Horasan Melâmetiyye mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple XIII. yüzyılda Cengiz istilâsı sebebiyle Anadolu’ya vuku bulan derviş göçleri arasında, aynı mektebe mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydarî dervişlerinden biri olarak Anadolu’ya gelmiş olmalıdır. Burada bugüne kadar gözden kaçan önemli bir nokta, benzeri bütün Türkmen şeyhleri gibi muhtemelen Hacı Bektâş-ı Velî’nin de kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu’ya gelmiş olduğudur.

Hacı Bektâş-ı Velî ve kardeşi Menteş’in Baba İlyâs-ı Horasânî’ye intisap ettikleri, Elvan Çelebi ve Eflâkî’nin ifadelerinden de Hacı Bektaş’ın halifelik makamına kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’in 1239’da başlayan Babaî İsyanı’na iştirak ettiği ve Sivas’ta Selçuklu kuvvetleriyle yapılan muharebede öldürüldüğü, Hacı Bektâş-ı Velî’nin ise ya tasvip etmediğinden veya başka bir sebeple bu isyana katılmadığı hem Elvan Çelebi’den hem de Âşıkpaşazâde’den öğrenilmektedir. Fiilen katılmamış olsa bile isyan liderinin bir halifesi olduğundan isyanı takiben başlatılan tâkibattan kurtulabilmek için bir süre izini kaybettirmiş olmalıdır. Âşıkpaşazâde’ye göre Hacı Bektaş daha sonra Karayol’da (o zaman Sulucakarahöyük, bugün Hacıbektaş) ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın Anadolu’nun Moğol hâkimiyeti altına girmesinden, yani yaklaşık 1250’lerden sonra olduğu tahmin edilebilir.

Hacı Bektâş-ı Velî, Velâyetnâme’den anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar yarı göçebe Çepni oymağına mensup bir kolun (muhtemelen kendine bağlı Bektaşlı kolunun) yaşadığı bir yer olduğu için bu küçük Türkmen köyünü tercih etmiş olmadır.

Velâyetnâme’ye göre Sulucakarahöyük’te bir Türkmen şeyhi olarak bir yandan kendi cemaati içinde mürşidlik görevini sürdürürken bir yandan da bugünkü Ürgüp yöresindeki hıristiyanlarla sıkı ilişkiler geliştirip onların ihtidâsına zemin hazırlamıştır. Ayrıca şamanist Moğollar’ın da Müslümanlığı kabul etmeleri için yoğun faaliyet göstermiş, halifelerini bu amaçla Anadolu’nun dört bir köşesine yollamıştır.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin bu faaliyeti, gerek kendisinin yaşadığı dönemin sosyal şartlarının gerek kaynakların verdiği bilgilerin tahlilinin, gerekse Bektaşîlik ve Alevilîğin klasik tarihi ve aktüel çizgisinin tabii bir gereği olarak İslâm fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünnî bir anlayışı değil, Horasan Melâmetiyyesi’nin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayri Sünnî bir yorumunu yansıtmaktaydı.

Velayetnâme’nin dikkatli bir tahlili, Hacı Bektâş-ı Velî’nin, hem Ahmed Yesevî hem de Yesevîlik etkilerini geniş ölçüde taşıyan Kutbüddin Haydar geleneklerini sıkı sıkıya koruyan bir Haydarî şeyhi olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan Elvan Çelebi, Ahmed Eflâkî ve Âşık-paşazâde’nin eserleri de onun Vefâî şeyhi olan Baba İlyâs-ı Horasânî’nin halifesi bulunduğunu açıkça göstermektedir. Kaynaklardaki bu kayıtlara güvenmek gerekirse, Hacı Bektâş-ı Velî’nin büyük bir ihtimalle Yesevîlik ile Kalenderîliğin karışımından oluşan Haydarîlik tarikatının bir mensubu olarak Anadolu’ya geldiği, daha sonra Baba İlyâs-ı Horasânî çevresine girerek Vefâîlik tarikatına intisap ettiği ve hayatının sonuna kadar da böyle yaşadığı söylenebilir. Bu durumda adını taşımasına rağmen Bektaşîliği kendisinin kurmadığı muhakkaktır.

XIV. yüz yılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Tekkesi’nin şeyhi olan Abdal Mûsâ, beraberindeki bir kısım Haydarî dervişleriyle birlikte yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği topraklarına gitmiş, orada Orhan Gazi’nin hizmetine girerek fetihlere katılmış ve başarılı olmuştur. Fakat onun; gerçekleştirdiği asıl büyük iş, birlikte savaştığı Osmanlı gazilerine Hacı Bektâş-ı Velî’nin menkıbelerini anlatarak onu tanıtması olmuştur. Abdal Mûsâ bunu önce Bursa havalisinde yapmış, daha sonra buradan Bergama ve yakınlarına geçmiş, oradan da Antalya’ya giderek yerleştiği bugün Tekkeköy adını taşıyan yerdeki zâviyesinde sürdürmüştür.

Velâyetnâme’deki Hacı Bektâş-ı Velî’nin en belirgin niteliği on iki imam soyuna nisbet edilmesi, yani Peygamber soyuna mensup bir seyyid olmasıdır. Babası İbrâhîm-i Sânî, İmam Mûsâ el-Kâzım neslindendir ve Horasan hükümdarıdır; dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî bir şehzadedir. Küçükken önce ünlü sûfî Lokmân-ı Perende’nin, ardından onun tavsiyesiyle Ahmed Yesevî’nin yanında eğitilir. Daha o zamanlar birçok kerâmet göstererek herkesi hayretler içinde bırakır. Ahmed Yesevî’nin “nefes evlâdı” olan Kutbüddin Haydar’ı esir düştüğü Bedahşan ilindeki kâfirlerin elinden kurtarır. Daha sonra onun artık olgunlaştığını gören Ahmed Yesevî, kendisine halifelik sembolleri olan cihâz-ı fakrı (taç, şamdan, seccade, sofra ve alem) teslim eder, beline tahta kılıcını kuşatır ve Diyârırûm’u irşad etmekle görevlendirir. Önce Mekke’ye giderek hac görevini ifa eden Bektaş “hacı” unvanını alır. Dönüşte Necef’i ve Kerbelâ’yı ziyaret edip Anadolu’ya geçer. Buradaki Rum erenleri onun gelişinden haberdar olurlarsa da buna pek sevinmezler. Hacı Bektâş-ı Velî, Çepni oymağına mensup konar göçer birkaç evin kışlığı durumundaki Sulucakarahöyük’e gelir ve Kadıncık Ana’nın evine misafir olur. Bu arada kerâmetleriyle dikkat çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını güder. Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva mahalli olan Kızılca Halvet’i yapar. Hacı Bektâş-ı Velî artık kendini kabul ettirmiş ve mürid edinmeye başlamıştır. Ünü çabuk yayılır. Çevredeki velîler onu kıskanır ve çeşitli sınavlardan geçirirlerse de hepsini utandırır. Avucundaki yeşil beni göstererek Hz. Ali’nin mazharı olduğunu, yani onun kendi bedeninde zuhur ettiğini ispat eder. Böylece Rum’un en büyük evliyası olduğu anlaşılır.

Hacı Bektaş Veli’ye birçok kitap nispet edilmektedir. Bunları önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:

  1. Makâlât: İlk defa merhum Prof.Dr. Mahmud Esad Coşan tarafından doçentlik takdim tezi olarak hazırlanıp bilim dünyasına ve kamuoyuna kazandırılan bu eser, konuların dört kapı kırk makam esasına göre anlatıldığı önemli bir kitaptır. İlk nüshaları XVII. Yüzyıla ait olan bu eserin Esad Coşan neşri esas alınarak birçok yayımı yapılmıştır. Bu eser 2007 yılında Diyanet İşleri Başkanlığının Alevi-Bektaşi Klasikleri Projesi kapsamında projenin 2.eseri olarak tekrar yayımlanmıştır.

Değişik zamanlarda muhletelif yazarlarca yayınlanan bu önemli eseri ve muhteviyatını şöyle özetlemek mümkündür.

Makâlât Dört kapı ve Kırk makamı belirtmek ve açıklamak maksadıyla yazılmıştır. Onun dışındaki konular ve bunların açıklamaları Hacı Bektâş-ı Velî nin müminler için gerekli gördüğü diğer konuların izahıdır. Hacı Bektâş-ı Veli’nin dini vechesini ortaya koyan dördüncü kapının onuncu makamının  izahıdır. O dördüncü kapının onuncu makamına, yani son makam olan “Allâh’ın varlığını müsahade etmek ve ona ulaşmak” için bu makamların hepsini tam eksiksiz olarak kat etmek, hiç birini eksiksiz bırakmamak gerektiğini beyan eder, dört kapı kırk makamın özeti ise şöyledir.

Hacı Bektâş Velî’nin Makâlât’ında Dört Kapı, Kırk Makam:

Şeriat’te Bulunan On Makam:

  1. İman getirmek: Çalap Allah’a inanmak, buyruğun tutmak imandandır. Feriştelerine inanmak, Allah’ın Kur’an’ına inanmak ve kitaplarına inanmak, dostlarına inanmak, kıyamete inanmaktır.
  2. İlim öğrenmek,
  3. Namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetince Hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı gelmek ve cenabetten temizlenmek.
  4. Helâl kazanmak, faizi haram bilmektir.
  5. Nikâh kıymaktır.
  6. Hayz ve lohusalıkta cinsi münasebeti haram bilmektir.
  7. Sünnet ve cemaat (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) ehlinden olmak.
  8. Şefkatli olmak.
  9. Temiz yemek ve temiz giyinmektir.
  10. Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (yani iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmaktır).

Tarikat’te Bulunan On Makam:

  1. Pirden el alıp tövbe etmek.
  2. Mürid olmak.
  3. Saç kesmek.
  4. Nefs savaşına (mücadehe etmek) olgunlaşmaktır, pişmektir.
  5. Hizmet etmektir.
  6. Havf yani korkudur.
  7. Ümid etmektir.
  8. Hırka, zenbil, makas, seccade, subha(yüz taneli teşbih), ibrat (iğne) ve asadır.
  9. Sahib-i makam (makam sahibi), sahib-i cemiyet (cemaat sahibi) sahib-i nasihat (nasihat sahibi) ve sahib-i mahabbet (muhabbet sahibi) olmaktır.
  10. Aşk, şevk, sefa ve fakirliktir.

Marifet’te Bulunan On Makam:

  1. Edeb 6. Cömertlik
  2. Korku 7. İlim
  3. Perhizkârlık 8. Miskinlik
  4.  Sabır ve kanaat 9. Marifet
  5. Utanmak 10. Kendini bilmek

Hakikat’te Bulunan On Makam:

  1. Toprak gibi verimli ve mütevâzi olmak.
  2. Yetmişiki millete aynı gözle bakıp, hiçbir kimseyi ayıplamamak.
  3. Elinden gelen iyiliği herkese esirgememek.
  4. Dünya’da yaratılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır.
  5. Mülk sahibine yüzüne sürüp yüz suyunu (yaratılış sebebi olan Muhammed nurunu) bulmak.
  6. Sohbette hakikat sırlarını söylemek.
  7. Seyr-i sülük.
  8. Sır saklamak.
  9. Münacaat.
  10. Çalap Allah’a ulaşmaktır. Kavuşma bundadır.

 

  1. Fatiha Tefsiri: Baha Said Bey, Fuat Köprülü ve Esad Coşan gibi araştırmacıların varlığından bahsettiği ancak bir türlü bulunamayan bu esere ait bir nüsha Hüseyin Özcan tarafından İngiltere’de bulunarak Fatih Üniversitesi yayınlarından çıkmıştır. İçerik olarak Fatiha suresinin kelime tefsirini muhtevidir. Biz Dil ve Edebiyat Dergisi için hazırladığımız bu çalışmada Hacı Bektâş-ı Velî’nin iyi anlaşılması inanç ve düşüncelerini halkımıza aktarılması maksadıyla araştırmacı Hüseyin ÖZCAN tarafından sadeleştirilmiş bulunan bu önemli eserin metninin tamamını sunuyoruz.

 

FÂTİHA TEFSİRİ

(Sadeleştirilmiş, Transkribeli  Asıl Metin)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salât ve selâm onun en hayırlı yarattığı Muhammed’in (a.s.) ve onun bütün ehlinin üzerine olsun. Bundan sonra, âlemin, ayın on dördü gibi aydınlık ve en yüksek mevkide olanı, insanlığın efendisi, bütün varlıklara mucize olarak gönderilen, bütün kâinatın en büyüğü en yücesi ve ümmetinin bağışlanmasına aracı olan ve kıyamet gününde ümmetine baş olan ve temiz olanların en yücesi ve vefa kubbesinin ay yüzlüsü, temiz ve sofiliğin evveli ve başlangıcının en iyisi, başı, reisi, mevcudatın bütün varlıkların en şereflisi, âlemlerin sevinci, insanlığın en iyisi ve zamanın tamamlayıcısı son peygamber, bütün varlık âlemi içinde en seçkin olan kendisine tesbin edilen ve yüce hikmetlerinin ululuk sıfatına mahsus olan yüceltilmiş, arınmış, seçilmiş olan Muhammed  Mustafa,   (a.s.)  Allah’ın  selamı onun, ehlinin, dostlarının, eşlerinin, soyundan gelenlerin, hidayet veren mürşitlerin ve doğru yolu bulan halifelerin üzerine olsun.

Bundan sonra; O, (Hz. Muhammed) inci gibi . değerli sözleriyle, şeker ağzından buyurur ki: “O .  gece kendisine teşbih edilen Hak beni Mi’râc’a çağırdı. Dördüncü kat göğe yükseldiğimde, vardığımda gür bir ses işittim. O sesin heybetinden bütün melekler yüzükoyun secdeye vardılar. Kardeşim Cebrail Aleyhisselâma sordum:

-“Ey kardeşim bu ses neyin sesidir?”

 Cebrail Aleyhisselâm cevap verdi:

-“Şöyle bil ki Ey Allah’ın Resulü, Yüce Allah Cehennem’de bir kuyu yarattı ona Gayya adını verdi. O kuyuyu bin yıl kızdırdılar, kapkara oldu. Bin yıl daha kızdırdılar, kıpkızıl oldu. Ve (Allah) yine buyurdu, (bunun üzerine) bin yıl daha kızdırdılar, bembeyaz oldu. Daha sonra Allah o kuyunun içinde bir yılan yarattı. Eğer onun ağzından bir damla zehir dünya denizlerine düşseydi, bütün denizlerin tamamını onun zehri kaplardı. O kuyuyu kızdırırlarken kuyudan bir taş koptu. O zaman henüz Âdem Peygamber (a.s.) yaratılmamıştı. O taş daha yeni düştü. Bu ses onun sesidir.”

Hazreti Resul (a.s.) sordu:

-“Ey kardeşim Cebrail! O kuyuyu ne kadar dehşetli tasvir ettin? Orası kimlerin yeridir? Gönlüm korktu.”

Cebrail cevap verdi:

-“Hak Teâlâ kelâm-ı kadîminde Kur’ân’da onun özelliklerini buyurdu. Kavlehû Teâlâ “fesevfe yülkavne gayyen” yani artık yakında gayy (cehennemde en alt bölüm) ile karşılaşacaklar. Ayrıca bir yerde daha buyurdu “kad tebeyyene’r-ruşdü mine’l-ğayy.” Yani Doğru yol sapkınlıktan, Hak batıldan ayrılıp belli olmuş. Ey Allah’ın Resûlu! bu kuyu Hak Teâlâ’nın nimetlerini yiyip de dünyaya dalan beş vakit namazı kılmayan kişilerin yeridir.”

Hazreti Resul söyledi:

“Men terake’s-salâte müteammiden fekad kefera” yani kim namazı kasten terk ederse küfre girmiş olur. Namaz dinin direğidir, şükrüdür. Her kim Hak Teâlâ’nın nimetlerine yese namaz kılsa onun nimetleri artar. Nitekim başka bir yerde Yüce Hak Kur’ân’da şöyle buyurur: “Velein şekertüm le ezîdenneküm” yani “kim nimete şükretmezse o nimet ondan alınır.” Bu da “velein kefertüm inne azâbî le şedîdün” (Ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir) ayetiyle buyurulmuştur. Ayrıca şöyle bil ki “Her kim namazı kılmasa dini yoktur.'”

Kendisine teşbih edilen Yüce Allah Musa Peygambere (a.s.) münâcâtı Tur dağında verdi. İbrahim Peygambere (a.s.) münâcâtı, ateş içinde verdi. Yunus peygambere (a.s.) münâcâtı balık karnında verdi. Yusuf peygambere (a.s.) münâcâtı kuyu içinde verdi. Ve iki cihanın övüncü Muhammed Mustafa’ya (a.s.) münâcâtı gökler içinde verdi. Ümmetine münâcâtı namaz, mescitler içinde verdi. Her kim namaz kılsa Yüce Allah ile konuşmuş gibidir, kendisinden Tanrı’ya övgülerde sunar her kişi kim namaza girse “Allahuekber” dese yani ey Yüce Tanrı, ilâhî en büyüksün, “Ben günah denizine düştümse sen çıkar” der. Ayrıca namaza başlayıp “eûzübillâhi” dese yani “Sen Tanrı’ya sığındım” dese, Yüce Hak der:

-“Ey kulum kimden korkarsın?”

Kul söyler:

“Mine’şeytânirracîm” yani ol sürülen şeytandan ve devlerden .

Yine “Bismillâhı” söylese yani Allah’ın adıyla başladım. “Errahmânirrahîm” onun gibi, Allah ki şefkatli ayrıca esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Yine “elhamdülillah” deyip başlayınca yani kul, “şükür Tanrı’ya, şükür olsun” deyince Hak sorar:

-“Nasıl bir Tanrı’ya şükredersin?”

Kul: -“Âlemlerin Rabbi olan âlemleri yaratan ve besleyen Tanrı’ya şükrederim.” diye cevap verir ve devam eder: Errahmânirrahîm yani “Ey Rabbim bana rahmet et beni bağışla.”

Bunun üzerine yaratıcı sorar:

“Nerede rahmet edeyim ve neyi bağışlayayım?”

Kul cevap verir:

“Mâliki yevmi’d-dîn” yani ol ceza ve mükâfat gününde yargılayıcı olacaksın o anda rahmet et ve orada Cenneti bağışla.

Kul yine söyler:

“İyyâke na’büdü” yani; ‘sana taparız’ ve “iyyâke nestaîne” ‘ancak senden yardım dileriz’.

Yaratıcı sorar:

-“Benden nasıl bir yardım dilersin?”

Kul cevap verir:

“İhdine’s-sırâta’l-mustakîmbizi doğru yola ulaştır. Sırâtallezîne şu kişilerin yoluna ulaştır ki en amte aleyhim sen onların nimetlerini artırdın. Gayri’l-ma’dûbi aleyhim Bizi öfkelendiklerinden veladdâllîn azgınlardan kılma, amin.

Yaratıcı buyurdu:

“Ey kulum mü’minler için Fatiha’yi okumak Allah ile konuşmak gibidir. Siz bir dünya beyiyle konuştuğunuz zaman sevinirsiniz. Peki o padişahlar padişahıyla konuşmak sizi niçin sevindirmez? Neden ibadet ve kullukla meşgul olmuyorsunuz?”

Ayrıca bilin ki Elhamdülillah Suresi yedi ayettir. Kim ki bu yedi ayeti okusa Hak Tealâ onu yedi cehennemden azat eylesin. Ayrıca şu şekilde rivayet ederler ki: Hak Teala tarafından Hazreti Resulullah’a (a.s.) Fatiha Suresi indiğinde lanetlenmiş İblis yas tuttu ve çok ağladı. Şeytana tâbi olanlar, askerleri başına toplanıp niçin ağladığını sordular.

Şeytan onlara şu şekilde cevap verdi:

“Daha ne olsun. Bugün Muhammed’e Fatiha Suresi indi. Muhammed ümmeti bu sureyi okuduğunda Cennet’e gireceklerdir artık ben onlara güç yetiremem onları azdıramam, diye ağlıyorum.”

Ey mü’minler size müjde olsun ki bir kimse doğruluk ve samimiyetle iman etse, peygamberi hak bilse, namaz kılsa, Hak Teâlâ cehennem ile onun arasında yetmişbin rahmet perdesi koyar. Her perdenin aralığı yetmiş bin yıllık yol olmuştur.

Bir hikayede şöyle rivayet edilir:

Rum Kayseri Muaviye’ye mektup göndererek sorar:

“Kur’ân’da hangi surede yedi harf yoktur?”

Muaviye aciz kalır. Hz. Ali’nin huzuruna gelir ve sorar:

“Ey Ali, Kur’ân’da kendisinde yedi harf olmayan hangi suredir?”

Hz. Ali söyler:

-“Elhamdülillah Suresi’dir. Evvel se’dir. Cehennemin bir adı Sübûr’dur. Elhamdü Suresi’ni okuyan Sübûr’dan âzâd olur. İkinci cim’dir. Cehennem adına işaret eder. Elhamdü Suresini okuyan cehenneme girmesin. Üçüncü hı’dır. Cehennemin bir adı Hâviye’dir. Elhamdü Suresini okuyan Hâviye’ye girmesin. Dördüncü zı’dır. Cehennemin bir adı Zakkum’dur. Elhamdü Suresini okuyan Zakkum’a girmesin. Beşinci şın’dır. Cehennemin bir adı Şirktir. Elhamdü Suresi’ni okuyan Şirk’e girmesin. Altıncı zî’dır. Cehennemin bir adı Lezzâ’dır. Fatiha Suresi’ni okuyan Lazzâ’ya girmesin. Yedinci fe’dir. Cehennemin bir adı Firaktır. Elhamdü Suresini okuyan Firâk’a girmesin. Yüce Allah’ın izniyle daima rahata ulaşsın.”

Hikaye: Enes bin Malik şöyle rivayet eder; Hazreti Resûlullah Aleyhisselâma “Fâtiha’nın sevabı ne kadardır?” diye sordum.

Resul buyurdu:

“Ey Enes, ben Cebrail’e sordum, Cebrâîl, Mi-kâîl’e sordu. Mikâil, İsrafil’e sordu. İsrafil, Levh’e sordu. Levh kaleme sordu. Kalem cevap verdi:

“Ey Levh, Hak Teâlâ yeryüzünü yarattıktan sonra nida geldi”: – “Yaz ey kalem!”

Ben cevap verdim: – “İlâhî, ne yazayım?”

Nida geldi:

-“Elhamdü Suresini yaz. Rabb’il âlemîn’i yazdığımda bundan bir nur sıçradı arşa dokundu. Arş iki parça oldu. Bir parçasından bütün melekleri yarattı diğer parçasından sekiz cenneti yarattı. Yine nida geldi:

“Yaz ey kalem!”

Ben sordum: “- İlahi neyi yazayım?”

Nida geldi:

“Errahmânirrahîm”i yaz!”

Yazdım. Benden bir nur sıçradı arşa dokundu. Rahmet denizini bundan yarattı. Mü’minlerin canıyle ilgili bir nida geldi.

“Yaz ey kalem!”

Ben sordum: “- Ey Rabbim ne yazayım?”

Nida geldi:

“Mâlikiyevmiddîn”i yaz!”

Yazdım. Benden bir nur sıçradı. Arşa dokundu. Bundan, kâfirlere hak ettikleri karşılığı vermek için adalet denizini yarattı.

Yine nida geldi:

– “Yaz ey kalem!”

Ben: – “Ne yazayım?” diye sordum:

“İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn’i yaz!”

Yazdım, bundan bir nur sıçradı. Arşa dokundu. Tevhid denizini ondan yarattı.

Yine nida geldi:

“Yaz ey kalem!”

“Ne yazayım?” diye sordum:

“İhdine’s’sırâtal-müstakîm’i yaz!” diye nida geldi. Yazdım benden bir nur sıçradı. Arşa dokundu “şarâban tahûr”ı ondan yarattı. Yine nida geldi:

– “Yaz ey kalem!”

Ben –“ne yazayım” diye sordum:

“Sırâtallezîne enamte aleyhim’i yaz!” diye hitap geldi. Sonra yazdım. Bundan bir nur sıçradı. Arşa dokundu. Rızk ondan yaratıldı. On sekiz bin âlem halkına rızk vermek için yine nida geldi:

“Yaz ey kalem!”

Ben: –“Ne yazayım?”diye sordum:

“Gayri’l-mağdûbi aleyhim yaz!” diye nida geldi. Sonra yazdım bundan zulmet sıçradı. Bin yıl havada asılı kaldı. Sonra tekrar indi. Kıyamet günü ondan yaratıldı. Yine nida geldi:

: “Yaz ey kalem!”                                               

Ben: – “Ya Rabbi ne yazayım?” dedim.

Yüce hitabından:

-“Veladdâllîn yaz!” işitildi. Sonra yazdım. Bundan bir parça ateş sıçradı. Bin yıl havada asılı durdu. Sonra tekrar indi. Cehennem ondan yaratıldı.

Hak Teâlâ altı nesneyi dost tuttu. Önce el yıkamayı, ‘(abdest almayı) böyle yaparsa elini neye sürse bereketlenir.

İkinci sabır kılmayı dost tuttu. Nitekim Kur’ân’da Âl-i İmran Suresi 146. ayetin sonunda buyurmuştur: “innallâhe yühıbbu’s-sâbirîn”  – Allah yolunda, kendilerine isabet eden şeyler (elem ve sıkıntılar) sebebiyle gevşemediler, zayıflık göstermediler ve boyun da eğmediler. Allah, sabredenleri sever.

Üçüncü, sünnet ve fârîzayı işleyeni dost edindi, cenneti onlara bağışladı, onları cennete atıverdi.

Dördüncü, tevekkül etmeyi dost edindi. Cümle işi bitirmek için bu yol oldu, delili Kur’ân’da “Ve men yetevekkel ale’llâhi fehüve hasbühü” Allah’a dayanıp güvenene Allah kâfidir. – (Talâk,65/3)

Beşinci, şükür kılanı dost edindi. Ni’met artığını ona verdi. Delili Kur’ân da “le in şekertüm le ezidennekümEğer şükrederseniz ben nimetlerimi daha da arttırırım.

Ve dahi bil ki Fatiha’nın, Elhamdü’nün on adı vardır. Evvel, Fâtihatü’l-Kitâp‘dır. İkinci, Ümmü’l-Kur’ân‘dır. Üçüncü, Seb’al-Mesâni‘dir. Dördüncü Suretü’ş-Şifâ‘dır. Beşinci Esâ-su’l-Kur’ân‘dır. Altıncı Temmetü’s-Salât‘tır. Yedinci Suretü’l-Kenz‘dir. Sekizinci Sûretü’l-Medine‘dir. Dokuzuncu Nûr‘dur. Onuncu El-hamdü Suresi‘dir. Ayrıca bu on adın her birinde bir rahmet bir hikmet vardır. Evvel kalem Levh-i Mahfuz yazdı, Rasûlullah da evvel Fatiha yazdı Hazreti Resulullah aleyhi veselleme önce Fatiha nazil oldu. Namazda okudu onun için Fâtihatü’l-Kitâp derler. İkinci Seb’al-Mesânî diye isimlendirilmesinin sebebi şudur ki her rekatta bir kere okunur ve yedi ayettir. Hazreti Resulullah Aleyhi vesellem buyurur:

-“Hak Teâlâ bana hiç bir peygambere vermediği iki nûr verdi. Bunların ilki Fatiha Suresi, ikincisi Bakara Suresi’dir.”

(Allah)  o kadar Kur’ân (sureleri) gönderdi hiç karşılık istemedi. Fatiha Suresi gediğinde karşılık istedi. Nitekim Kur’ân’da buyurur: “Velekad âtaynâke seb’an mine’l-mesânî ve’l-Kur’âne’l-azîm” Levh-i Mahfuz (Allah’ın takdir ettiği olmuş olacak bütün şeylerin üzerinde yazılı bulunduğu Levha)da “Sûretü’n-Nâs” derler. Bunun anlamı şudur ki: Göklerin esası “Beytü’l-Mâmûr”dur. Yerlerdeki esas Kabe’dir. Cehennemin esası hâviyedir. Uçmak’ın esası cennetler, bahçelerdir. Ve bütün kitapların esası Kur’ândır. Kur’ân’ın esası Fatiha’dır.

Hazreti Resulullah (selam onun üzerine olsun) buyurur:

-“Hak Teâlâ Tevrat, İncil ve Zebur’da her ne anlattıysa tamamı Kur’ân’dadır. Kim Fâtihâ’yı doğru ve samimiyetle okursa İncil’i, Zebur’u, Tevrat’ı ve Kur’ân’ı okumuş gibi sevap bulur.”

“Elhamdü” beş harftir. Namaz beş vakittir. Kim bu beş harfi okursa namazda kusuru olsa bu beş harf hürmetine Hak Teâlâ onu af eyleye. Allah üç harftir. Üçü beşe ekle, sekiz harf olur. Kim bu sekiz harfi okusa Yüce Allah sekiz cennet kapısını ona açıverir.

“Rabbi’l-âlemîn” on harftir. On harfi sekize katsan on sekiz olur. Hak Teâlâ on sekiz bin âlemi yarattı. Her kim bu on sekiz harfi okursa on sekiz bin âlem halkı kadar sevap verir.

“Errahmânirrahîm” on iki harftir. On sekiz ilave edin. Otuz harf olur. Sırat Köprüsü otuz bin yıllık yoldur. Her kim bu otuz harfi okusa Sırat’ı yıldırım gibi geçer.

“Mâliki yevmi’ddîn” on iki harftir. Otuza on iki ilave etsen kırk iki harf olur. Kim bu kırk iki harfi okursa kırk iki yıl Hak Teâlâ’ya ibadet etmişcesine sevap bulur.

“İyyâke na’büdü” sekiz harftir. Kırk ikiye eklesen elli harf olur. Kıyamet günü elli bin yıllık yoldur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân’da buyurur: “Ve alâ fî yevmin kâne mikdâruhû hamsine elfe senetin” (Melekler ve Ruh onun arşına miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler) her kim bu elli harfi okusa Hak Teâlâ onu Kıyamet işlerinden korusun. Ona gölge versin.

Ve iyyâke nestaînü” on bir harftir. Elliye eklesen altmış bir harf olur. Teşbih edilen Yüce Allah, altmış deniz yarattı. Bu altmış bir harfi okusa o denizlerin damlası kadar sevap bulur.

“İhdine’s-sırâta’l-mustakîm” on dokuz harftir. Altmış bire eklesen seksen harf olur. Her kim bu seksen harfi okusa seksen yıl oruç tutmuş gibi, geceler boyunca ibadet yapmış gibi sevap bulur.

“Sırâtallezîne en amte aleyhim” on dokuz harftir. Hak Teâlâ’nın doksan dokuz adı vardır. Her kim bu doksan dokuz harfi okursa Hak Teâlâ’nın doksan dokuz isimlerini zikretmiş gibi sevap bulur. Yani şüphesiz cennet ehlidir.

“Gayri’l mağdûbi aleyhim” on beş harftir. Doksan dokuza katsan yüz on dört harf olur. Kur’ân dahi yüz on dört suredir. Her kim bu yüz on dört harfi okusa Kur’ân’ın tamamını okumuş gibi sevap bulur.

“Veladdâllîn” on harftir. Yüz on dörde eklesen, yüz yirmi dört olur. Hak Teâlâ’nın yüz yirmi dört bin peygamberi vardır. Her kim bu on harfi okusa, yüz yirmi dört bin civarında peygamber yaratmıştır.

Her kim Fatiha Sûresi’nin tamamını düzgünce okursa önceki peygamberlerin mükafatı kadar sevap bulacaktır. İnşaallâhu Teâlâ. İlâhî, sen bizleri bu sevaplardan mahrum eyleme! Bu metni yazanı, bu metni okuyanı ve bütün Müslümanları da mahrum eyleme. Yâ ilâhî yâ pâdişâhlar pâdişâhı, âlemlerin Rabbi olan Allah’ım, Nebi’nin hürmeti için rahmetinden bizleri esirgeme.

 

  1. Besmele Tefsiri (Şerh-i Besmele) : Besmele okumanın faziletlerinin anlatıldığı bu eser de Diyanetin adı geçen projesinde birinci kitap olarak Hamiye Duran tarafından hazırlanarak yayımlanmıştır. Değerli araştırmacı Hamiye Duranın hazırladığı bu Besmele Tefsirinin tam metnini yer darlığı sebebiyle veremiyoruz. Ancak bir kısmını dahi neşretmek Pîr hakkında bizi yeteri kadar aydınlatmaya kafidir. İşte Besmele Tefsirinden bir bölüm:

BESMELE TEFSİRİ

Bu kitab, Hâcı Bektâş-ı Velî’nin Makâlâtı ile birlikte Besmele Tefsîridir

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla (başlar) ve O’ndan yardım dileriz ki sayısız şükür ve hamd O pâdişâhlar pâdişâhına olsun. O’nu bilmekte akıllıların aklı ve hâkimlerin hikmeti şaşkındır.

Fikir sâhiplerinin fikri O’nun yüceliğini anlamakta perişandır.

Dua, selâm, övgü ve salavat kendisine kitap gönderilenlerin en büyüğü, peygamberlerin başı ve sözünde duranların efendisi Muhammedü’l-Mustafâ’ya olsun ki (Allâh’ın selâmı üzerine olsun), günahkârların şefaatçisidir.

Sonra ben za’if bu kitabı yazdım. Ahiret ve din yolunu başarmaya yardım olması için gerekli gördüğümden şeriat hükümlerinin sırlarından bir parça açıkladım, anlattım.

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm” sözünün yorumunu Türkçe olarak açıkladım ki düşünenler çeşit çeşit faydalar bulup ben za’îfi hayırla ansınlar. Allâh isterse olur.

Allâhu Te’ala Miraç Gecesi Muhammed Mustafâ’ya “Eğer her işte yardımımın seninle olmasını istiyorsan, keremimi, lütfumu ve ism-i azâmımı bildiren adım her an dilinde olsun.” diye hitap etti.

Resul, “ilâhi ism-i azâmın hangisidir? Lütfunu bildiren adın hangisidir? Hiçbir zaman onlardan ayrılmamam için onları bana bildir.” dedi.

Tanrı Ta’ala “Ey Muhammed, ism-i azamım Allâh’tır. Keremimi bildiren adım Rahmân’dır. Lütfumu bildiren adım Rahîm’dir. Eğer her durumda “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm” dersen ben keremim ve lütfum ile senin bekçin olurum”, dedi.

Resul, “ilâhi bu lütuf ve kerem yalnız bana mı? Yoksa âsîlere de bu sofradan nasip var mı?”dedi.

Tanrı Te’alâ “Ey cömert peygamber, ben senin ümmetini senden bin kat fazla severim. Çünkü, Lâilâhe illallâh Muhammedun Rasulullâh, derken önce benim adımı sonra senin adını söylerler. Her ibâdette önce farzı, sonra senin sünnetini yaparlar. Senin ümmetin benim kullarımdır. Sen onlara şefaat edersen ben lütufta bulunurum. Şimdi onlar benim kudretimin ve büyüklüğümün hakkı için Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm derlerse; ben her işlerinde onlara kendilerinden daha yakın olayım. Allâh‘lığımla onların dünyâda ayıplarını örteyim. Rahmân‘lığımla âhirette diğer insanlar arasında rezil etmeyeyim, Rahîm’liğimle işledikleri günahları, sevaplarla (iyiliklere) değiştireyim”, dedi. Nitekim

Tanrı Te’ala, Kelâm-i Mecîd içinde “Allâh onların kötülüklerini, iyiliklere çevirir.” buyurur.

LATİFE: Tanrı Te’âlâ “Ey müminler, kâfirler taptıklarına el-Lât derler. Bunaldıkları zaman el-Lât diye seslenirler. Ama fayda bulamazlar. Senin taptığın Allâh’tır. Sen de bunaldığın zaman Allâh diye seslenir ve fayda bulamazsan, Allâh diyen ile el-Lât diyen arasında ne fark olur. Kâfirler, el-Lât der, sen Allâh de. Allâh dediğin zaman ben lebbeyk diyeyim. Dünyâda ve âhirette ne ihtiyacın varsa vereyim (kabul edeyim). Kafirler mahrum olsun, sen isteğine ulaş”, der.

SONRA Tanrı Te’âlâ “Ey Muhammed benim ism-i azamım Allâh’tır. Allâh’tan başka ne kadar adım varsa hepsi sıfattır. Nitekim mü’minler içinde Hâlik denilince yaratıcılığım bilinir.

Rahîm denilince mü’minler hakkındaki şefkatimin çokluğu bilinir. Allâh deyince Tanrılığım bilinir. Rahmân desinler ümmetini cehennemden kurtarayım. Rahîm desinler cenneti onlara makam olarak vereyim. Allâh desinler perdeyi kaldırayım, onlara yüzümü göstereyim”, der. Sonra ey korkanlar, Rahmân deyin korktuğunuzdan emin kılayım. Ey umucular (ümit edenler), Rahîm deyin umduğunuza erdireyim. Ey âşıklar, Allâh deyin araya kimse girmeden sevenler sevdiklerine kavuşsun.

Sonra ey sâbıklar, Allâh deyin. Ey gâyesi olanlar Rahmân deyin. Ey zâlimler Rahîm deyin. Sâbık, Muhammed ümmetinden bazı kullardır ki, ne dünyâya baktılar, ne cennete itibar ettiler, ne de büyük ve kıymetli işler için bir şeye baktılar. İbâdetten maksatları yalnızca Hak buyruğunu yerine getirmekti. Bütün bunlar Allâh adının heybetini tahmin ettirir ki, Allâh mutlak zenginlik sahibi bir padişahtır. Allâh’ı zikr edenlerin zikirleri, ibadet ve itaat edenlerin ibâdetleri, O’nun gücü karşısında hiç bir şeydir. Bu duruma geldiklerinde tevâzu makamına dönerler ve hakikati bilip bu makamdan görüşler beyan edecek hâle gelirler (fenâdan bekâya geçerler). O Resuller serveri bu makâm için ” Ey Allâh’ım biz sana lâyık olduğun şekilde ibadet edemedik. Asıl bilinmek gerektiği şekliyle bilemedik. Seni tesbih ederiz”, der.

Bu sözün mânâsı şudur:

“Ey itaat edenlerin ibâdetine ihtiyacı olmayan Tanrı, ey ibâdet edenlerin ibâdetine muhtaç olmaktan uzak Tanrı, bizim bildiklerimizin ya da kulluğumuzun senin katında ne kıymeti var.”

Eyüp peygamber (a.s.) sabır makâmına çıktığında, sabredenlerin sabrının O’nun yüceliği karşısında hiç bir kıymeti olmadığını gördü ve şikâyet ateşini Sabır ormanına salıverdi. Sabır evini yıktı. Müflislik (Allâh’ın kudreti yanında kendinin hiçbir gücünün olmadığını idrak) makâmına geldi. “Başıma bu dert geldi, sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek müflisliğini kabul etti. Artık sâbıklar, Allâh adını zikr ederek kendilerine hiçbir şey olmayacağını zannederlerdi. Bu da onların kibrini arttırırdı. Oysa bu makam, mukarreblerin temizlediği, yok ettiği bir makamdır. Tevâzuluk makamı eminlik ve rahatlık makamıdır. Allâh kavuşturur.

Muktesit Muhammed ümmetinden bir kavimdir ki bunlar ömürlerini zarif olmayan ve yanlış olan işlerde geçirdiler. Gözlerinin nûru kalmadığı, kara sakallarının ağardığı vakit Hak dergahına geldiler. (O vakit) melekler “Ey utanmazlar, yaratılmışlar içinde değeriniz kalmadığı vakit Hak dergahına geldiniz”, derler.

Tanrı Te’âlâ; “Ey meleklerim siz benim Rahmân adımı duymadınız mı ki kullarıma böyle dersiniz”, der.

Tanrı Te’âlâ; (sonra kullarına) “Ey kullarım, (taptığınız) mahluk sizi kovdu ise ben davet ederim. Bunlar artırdıysa ben kabul ederim. Bunlar sizden yüz döndürdüyse ben size rahmet ederim. Mâdem ölmeden önce geldiniz, hoş geldiniz”, der.

HİKÂYE: Harun er-Reşid zamanında bir bedevî Arap vardı. Hiç hıyar yetiştiğini görmemişti. Bir yerde birkaç tane hıyar tohumu buldu, onu bir yere dikti. Kuyu suyu ile suladı. Birkaç acı hıyar oldu. Akıllıları topladı (onlara) danıştı. Onlar “Bu görülmedik bir yemiştir. Bunu halifeye götür. Bunun değerini ancak o verir.” dediler.

Zavallı Arap, bir zaman sonra hıyarı Halifeye getirdi. Kapıdaki zinciri çaldı. (Hizmetliler) Arabı halifeye getirdiler.

(Arap) Halifenin yüzünü görünce o buruşmuş acı hıyarları Halifenin dizine koydu. Halife hıyarlara baktı. Sonra heybetle (öfkeyle) hizmetlilerine baktı. Onun bu bakışıyla hepsi sessizce yerlerinde durdular.

Halife Arap’a “Bize ne kadar garip (bilinmedik) yemiş getirdin. Bunun şükranesini bir defada sana veremeyiz. Birkaç kez gel ve değerini al.” dedi. Dört acı hıyar için yüz bin akçe verdi. Arap gitti.

Halife vezirlerine “Benim işime hayret ettiniz ,değil mi?”dedi.

Onlar “Evet hayret ettik.”dediler.

Halife “O miskin Arap’ın hayatı kırda geçmiş, hiç hıyar görmemiş. Hıyarı görünce bizim de kendisi gibi, hıyarı görmediğimizi sandı. O kıymetli nesneyi bize layık gördü”, dedi. “Size heybetle bakmamın sebebi onu utandırmamanız içindi. Biz kendi bilgilerimizi bıraktık, onun bilgisiyle bir olduk, İnşallâh herkesin iyiliklerinin yazıldığı defterden biz de mahrum olmayız.

Emsalsiz Padişah olan Hz.Rahman ile âsînin hikâyesi, o Arap’ın hikâyesine benzer.

(Onlar da) ömürlerini her nerde geçirdilerse geçirdiler. Sonunda bir “tövbe” hıyarının tohumu onların eline geçti. Onu pişmanlık yerine ektiler. Göz yaşıyla suladılar. Utanmadan o işe yaramaz tövbelerini iyi bir meta sanıp O emsalsiz Tanrı’ya getirdiler.

Tanrı Te’âlâ Meleklerine; “Bu masum tesbih tehlil bahçelerinin bizim ızz u ceberûtumuz (gücümüz, kudretliliğimiz ve büyüklüğümüz) katında kıymeti yok. Âsî (insanların) bunca hırs arasından çıkan acı hıyarının ne kıymeti vardır. Sakın onları utandırıp, ibadetlerinin kıymetsizliğini bildirmeyesiniz. Çünkü benim adım Rahmân’dır. O miskin asi onu bizim şahsımıza lâyık sanıp getirdi. Biz kendi bildiğimizi bırakıp onun dileğiyle bir olalım. Rahmânlığımızla o rahmetsizi (asiyi) rahmet kadehiyle öyle kandıralım ki bütün âlem bizim Rahmân Tanrılığımızı bilsin”, dedi.

Zâlim, Muhammed ümmetinden bir kavimdir ki, bütün ömürlerini boş yere geçirdiler; ölüm vakti geldiğinde elleri boş Tanrı’nın huzuruna vardılar.

Tanrı Te’âlâ: “Ey küstahlar, nenize güvenip bu kadar küstahlık ettiniz?”, dedi.

Onlar; “Ey ilâhımız ve efendimiz, Kitabımızın unvanı bizi aldattı. Bize verdiğin (gönderdiğin) kitabında ilk önce rahmetinin çokluğunu bildirdin. Biz de o kerem ve o rahmete aldandık. Bu küstahlıkları yaptık”, dediler.

Tanrı Te’âlâ; “Herkese bir sebep ile rahmet ederim, sana sebepsiz rahmet edeyim ki Rahîmliğim bilinsin”, dedi.

HİKÂYE: Sultan Mahmut  bir gün bahçesinde oturmuş, hizmetlilerine cömert bir şekilde altın ve inci dağıtıyordu. Yoldan geçen bir uğru (hırsız), bahçe kapısının aralığından içeri baktı, sultanın açık gönlünü, cömertliğini gördü. Gönlünden şöyle geçti. Eğer ben böyle cömert bir padişahın malını çalarsam, o da duyarsa görünen o ki hiçbir şey demez.

Bir gün fırsat buldu. Sultanın atının boynundan otuz bin kızıllık (otuz bin altın değerindeki) gerdanlığını çaldı. Sultan çok kızdı, bağırdı. Cellatlara buyurdu. Kolcular tuttular, yollar sâf sâf bağlandı. Uğruyu hemen tanıyıp yakaladılar, bağladılar, sürükleyerek sultanın huzuruna getirdiler. Çaresiz uğru, padişahın hışım ve siyâsetini görünce ağladı. Ağlayınca, Sultan “Sorun o kötü talihli adama niçin ağlıyor?”dedi. Sordular. Uğru; “Filân gün bahçe kapısından baktım, sultanın güleç yüzünü ve keremini gördüm ve onun bu hâline aldandım. Eğer sultanın bu kadar hiddetli olduğunu bilseydim, o gerdanlığın yakınından bile geçmezdim”, dedi.

Sultan emretti. O uğrunun elini çözdüler. Hamama götürdüler. Sultanın elbiselerinden bir bohça getirdiler. Bu uğruya giydirdiler. Sultan o tazısını (atını) gerdanlığıyla ona bağışladı ve “onu, şehirde gezdirin ve bağırın ki bu kişi sultanın keremine inanıp küstahlık etmiştir”, diye buyurdu.

O padişahlar padişahı, kitabının başında asileri düşündü. Bir köye birkaç rekat namazından dolayı rahmet eder. Bir köyün bir kez ” Lâilâhe illallâh” dediği için seksen yıllık günahını bağışlar. Onları utandırmaz. Bir köye, dört yüz beğ tanrılık davası güttükten sonra (bile) (onlara) peygamber göndermiş ve “Benim düşmanıma kötü konuşmayın, yumuşak konuşun, o kulluğunu unutsa (bile) ben Tanrılığımı unutmam”, dedi.

“Biz sana yeterince terbiyesizlik yaptık. Biz senin nimetlerini yedik. Şimdi ise kocadık, ölüm zamanı geldi, dersen, bir kez kulunum demek senden, dört yüz yıllık ömründe işlediğin günahları yüzüne vurmamak benden”, dedi. “Ben keremini gördükten sonra ne kadar edepsizlik yaptımsa , bu kerem yüzünden yaptım”, dedi.

Kıyamet günü olduğu zaman, Tanrının tecelli eden kahrını gören çaresiz âsîler, zebânîler başlarına üşüşüp Cehenneme sürüklenirken ağlayarak feryat ederler.

Tanrı Te’âlâ; “Sorun bu âsîlere ki o edepsizlikleri nelerine güvenip yaptılar. Şimdi de feryat edip ağlıyorlar”, der. Âsîlere sorduklarında onlar; “Kitabının başında er-Rahmâni’r-Rahîm’i gördük, düşmanlar hakkındaki iyilik ve bağışı gördük. Eğer O’nun bu kadar öfkeli olduğunu ve bu kadar ağır bir cezaya uğrayacağımızı bilseydik, acaba kötülük eşiğini geçer miydik?” dediler.

Tanrı Te’âlâ; “Ey azap melekleri kulumdan uzaklaşın. Ey rahmet melekleri kuluma yetmiş kat hülle giydirin. Arasat içinde gezdirin. Bu o kişidir ki benim rahmetime inanmış, Rahmânlığıma inanmış, küstahlık etmiştir.” der.

Ey dünyada Rahman ve ey ahirette (inananlar için) Rahim olan (Tanrı); yani ey dünyada Rahmân Tanrı, hem mümin hem kâfir hem canlı canavara, her türlü iyilik ve bağışların erişir. Kâfir, gece gündüz küfreder. Hakk Sübhânehû ve Te’âlâ ona rızk, sağlık, uyku verir. Onu uyutur, kendi uyumaz onları bekler. Ama Kıyamet günü olduğunda sonsuz rahmet denizlerini müminlere has kılar, kafirlere haram kılar.

Resul aleyhi’s-selâm buyurur, “Miraç Gecesi, dünya hesabınca altı yüz bin yıllık yol kadar yukarı çıktım. Bin kez bin deniz gördüm. “İlâhî bu denizler ne denizleridir?” diye sordum.

Tanrı Te’âlâ ; “Ya Muhammed, o denizler benim rahmetimin denizleridir. Her bir denizin büyüklüğü bu dünyanın yetmiş bin katıdır. Doğudan batıya kadar bu denizlerden gönderdim. Müslümana ve kafire verilen hoşluk, iyilik, gül, reyhan, nimet ve rahatlık hep o denizlerin dalgalarındandır. Yarın Kıyâmet günü geldiğinde, bu gördüğün denizleri bir anda senin ümmetinin üzerine saçayım ki mü’minlerin tamamı rahmete gark olsunlar”, dedi.

Sonra ruhlar Elest meclisinde Hak’tan hasekilik istediler.

Hak Te’âlâ, onlara; “Ben sizi yurdunuzdan ayırıp garipliğe (başka bir yere) gönderiyorum. O yerde (dünya) iken oraya gönül verip yurdunuzu unutmazsanız, benim nûrumun sevgisini bekleyip, benim nûrumun yerine dünyayı tercih etmezseniz, Rahmetimin çokluğundan size tattırdığım gibi Rahîmliğim ve Halîmliğim sofrasından sizi doyurayım. Ne kadar çok suçunuz olsa da onları bağışlarım yeter ki benim üstüme başka bir nesne tercih etmeyesiniz. Her kim bizim huzûrumuzda hasekilik dilerse, dünyadan yüz çevirsin, yüzünü Âhiret’e döndürsün. Kendisinden yana kulluğunu artırsın biz de onu haseki edinelim. Ona türlü türlü hil’atler giydirelim, perdeyi kaldırıp cemâlimizi gösterelim. Her bakıştığında biz onu görelim o bizi görsün.”dedi

  1. Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye: Bu eser Farsça olup Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi tarafından yayımlanmıştır. Dini ahlaki meseleleri soru-cevap şeklinde işlemiştir.

Yayımlanmış bu dört çalışmadan başka Hacı Bektaş’a Şathiyye, Nasihat ve Vasiyet, Üssü’l-hakîka, Kitâbu’l-fevâid ve Kırk Hadis adıyla da birkaç eser nispet edilmektedir.

 

Hacı Bektaş Velâyetnâmesi :

Anadoluda XI. ve XIII. Yüzyıllar arasında kuvvetlenen tasavvuf cereyanı ile birlikte, tarikatlerin kendi pirleri etrafında meydana gelen, ayin, erkan, giyim tarzı, zikir, dua ve olağanüstünlükleri içine olan menakıp kitapları teşekkül etmiştir. Bu eserleri içerisinde en önemlilerinden biri de Hacı Bektâş-ı Velî velâyetnâmesidir. Bu eser Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatı, erkânı, kerametleri ve yolu üzerinde müridleri tarafından bir araya getirilmiş menkabelerin toplamıdır. Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatında yer alan menâkebnâmelerin en yaygın olanlarından birisidir. İş bu mühim eseri günümüz Türkçesine aktararak herkesin okuyup anlayacağı bir metin haline getiren Hamiye Duran Türk Kültür ve Edebiyatına hizmet etmiştir.

Diğer tarikat çevrelerinde meydana getirilen benzeri menâkıbnâmelerden farklı olarak Bektaşî geleneğinde daha çok vilâyetnâme veya velâyetnâme diye adlandırılan ve hemen hepsi Bektaşîliğin ortaya çıktığı XV. yüzyılın son çeyreğiyie XVI. yüzyıl başları arasında yazıya geçirilmiş bulunan bir seri Bektaşî menâkıbnâmesinin en tanınmışıdır. Bu tanınmışlık, ilk planda tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatına hasredilmiş olmasından ve bu sebeple de bir çeşit kutsallık kazanarak , çok okunmasından ileri gelmektedir. Diğer velâyetnâmeler içinde en fazla yazma nüshası bulunanı ve bazan yalnızca Velâyetnâme adıyla kastedileni de bu eserdir. Hacı Bektaş Velâyetnâmesi’nin (Velâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî) Türkiye’de ve Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphanelerde değişik zamanlarda istinsah edilmiş nüshaları bulunduğu gibi Anadolu’dan Balkanlar’a kadar Bektaşîliğin yayıldığı alanlarda hususi ellerde de birçok nüshası vardır. Ancak bunların içinde yazarının kaleminden çıkmış veya yazıldığı döneme ait (1481-XVI. yüzyıl başları) bir nüshaya henüz rastlanmamıştır. Eser dikkatle incelendiğinde, kökü Orta Asya’da Ahmed Yesevî dönemine kadar uzanan şifahî rivayetlerin yanı sıra çoğu günümüze ulaşmayan Menâkıb-ı Hâce, Ahmed-i Yesevî, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî gibi bazı menâkıb mecmualarının da kaynak olarak kullanıldığı, yazarın sözü edilen şifahî menkıbe ve rivayetleri çok iyi tanıyan bir çevreye mensup olduğu anlaşılır. Velâyetnâme, Hacı Bektaş’ın İmam Ali er-Rızâ’nın soyundan bir seyyid ailesinin oğlu olarak dünyaya gelişini, Horasan’daki çocukluk ve tahsil devresini, Ahmed Yesevî’ye intisabını, onun yanındaki hayatını, Anadolu’ya gönderilişini anlatarak başlar. Daha sonra hacca gidişi, oradan dönüşte Sulucakarahöyük köyüne (bugünkü Hacıbektaş kazası) yerleşerek burada dergâhını kurmasını, çevredeki Türkmenler ve gayri müslimler arasındaki faaliyetlerini, dönemin siyasî otoriteleri ve diğer sûfîlerle ahîler ve medrese mensuplarıyla münasebetlerini hikâye eder. Hacı Bektaş’ın vefatını da anlattıktan sonra halifelerinin gittikleri yerlerde İslâm’ı yayma faaliyetlerini naklederek son bulur.

BEKTAŞİLİK

Bektaşilik her tarikat gibi bâtınidir. Bâtına ait bir takım tasavvufi esrara maliktir. Fakat bâtınilik meselelerinde öbür tarikatlardan ayrılır. Malûm olan <Bâtınî> lere yaklaşır.

Bektaşiler her şeylerini gizli tutarlar. Her türlü teşkilâtları saklıdır. Bir takım işaretler ve remizler kullanırlar. Buna binaen tarihte meşhur olan <Bâtınî> lerle alâkaları vardır. Tarikatların birçoklarında bulunan <seyr-i sülûk> Bektaşilikte yoktur. Muayyen <evrâd ve ezkâr> dahi mevcut değildir. Ancak <inâbe> ve <ikrâr> ile <âyin-i Cem> vardır,

Bektaşilikte risalet hanedanına fazla muhabbet gösterilir. Bu muhabbet ifrata, teşeyyua kadar varır. Hattâ Bektaşiliği mezhep itibariyle <Ca’ferî>, irfan ve felsefe itibariyle <Hurûfî>diye tarif edenler de vardır. Hakikaten Anadolu Bektaşileri ( Aleviler) Caferî mezhebinde oldukları açıktan açığa söylerler. Mezhepte Ca’ferî, tarikatta Bektâşî ve Alevî bulunduklarını itiraf ederler.

Bektaşiler <Fıkh-ı Ca’ferî> yi kabul ettikleri gibi İmamiyle mezhebini dahi kabul etmişlerdir. On iki imamı takdis ederler. Ebubekir, Ömer, Osman ile Ayişe’yi pek o kadar sevmezler.

Bektaşilikte az çok tasavvuf, büyük miktarda Hurûfîlik, Babâîlik, Bâtınîlik, hulûl ve tenâsüh, Caferîlik, Şîîlik, İmamilik, Şamânîlik, Lamânlık hattâ teslîs gibi eski ve yeni bir çok unsurlar vardır. Onun için içinden çıkılmaz bir şekil almıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin kendi eserlerinde ve hakkında yazılan muteber eserlerde Bektâşiliği bugün kü şekliyle görü anlamak mümkün değildir. Özellikle makalât isimli eserinde verdiği bilgilere göre o şeriat bağlısı, İslâm’ın tüm hakikatlerini kabul eden ve yaşayan ulu bir kişidir. Bektaşilik konusu tarih ve menkabelerde çok değişik biçimde anlatılmaktadır. Bizim asıl konumuz Hacı Bektâş-ı Velî olduğu için bu kadarı ile yetiniyoruz.

Son olarak; Diyanet İşleri Başkanlığının çok isabetli bir kararla uygulamaya soktuğu Alevi Bektaşi Klasikleri Projesi’nden kısaca bahsetmek gerekirse bu proje kapsamında ilkin on yedi adet Alevi-Bektaşi klasik eseri tıpkı basım, transliterasyon ve sadeleştirme halinde basılacaktır. Tıpkı basımı yapılmasıyla Diyanetin asimilasyon içinde olduğu iddiaları çürütülmüş olmaktadır. Ayrıca bu proje kapsamında yayımlanan eserlerin özelliği başta Alevi Dedeleri olmak üzere Alevi olan bireylerin kişisel kütüphanelerinden ya da yazma kütüphanelerinden tedarik ediliyor olmasıdır. Bu projeyle Aleviliğin sadece şifahi kültüre dayandığı savı da bir süre sonra anlamsız kalacaktır. Şu ana kadar bu proje kapsamında yayımlanan eserler şunlardır:

  1. Hacı Bektaş Veli, Şerh-i Besmele (Besmele Tefsiri), haz. Hamiye Duran, (Ankara:TDV, 2007)

Hacı Bektaş Veliye ait olan bu eserde, Yüce Allah’ın lafza-i celâlı olan Allah adıyla beraber Rahman ve Rahim adları ile anmanın, bir ibadete, bir işe başlarken onları telaffuz etmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Hz. Peygamberin hadislerine, menkabelere ve peygamber tarihlerine yer verilen eser dini öğüt verici bir özellik de gösterir.

  1. Hacı Bektas Veli, Makâlât, haz. Ali Yılmaz-Mehmet Akkus-Ali Öztürk, (Ankara: TDV, 2007)

Hacı Bektaş Veli “Adem, Tanrı’ya kaç makamda irer, anı bildirur” diyerek takdim ettiği bu bu eserinde, bir kulun Allah’ın rızasını kazanmak için neler yapması ve hayatı nasıl anlaması gerektiği ile ilgili ilkeler vardır. Genel olarak dört kapı, kırk makam anlatılmaktadır. 13. asrın başlarından itibaren Anadolu’ya gelip büyük gönül sultanlarından biri olan Hacı Bektaş Veli’nin bu eseri O’nun bıraktığı en kapsamlı eseridir.  Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olarak bilinen dört makamı tasavvufi makamlara göre Kur’an ve hadislerin ışığında açıklamaya çalışmıştır. Merhum Prof. Dr. Esat Çoşan tarafından Doçentlik Tezi olarak hazırlanan ve 1980 yılında kitap olarak neşredilen bu eserin mensur ve manzum nushaları mevcuttur. Bu eserle birlikte Hacı Bektâş-ı Velî’nin halkımız tarafından yanlış anlaşılmasının önüne geçilmiştir.

  1. Kitâb-ı Dâr, Haz. Osman Egri, (Ankara: TDV, 2007)

Anonim bir eserdir. Bu eserde, Bektaşi geleneğinde sürdürülen ve vefat eden bir kişi için düzenlenen “Dardan İndirme Erkanı” sırasında okunan dua yer almaktadır. Bu dua besmele ile başlamakta ve okunan Kur’an ayetiyle devam etmektedir. Bu duada Allah’ın isimleri, Hz. Adem’den Hz. Peygambere kadar gelen bütün peygamberlerin isimleri, Ehl-i Beyt’in isimleri anılarak vefat eden kişi için Allah’a dua ve yakarışta bulunulmaktadır.

4.Velâyetnâme, haz. Hamiye Duran, (Ankara: TDV, 2007)

  1. Erkânnâme I,haz. Dogan Kaplan, (Ankara: TDV, 2007)
  2. Dâstân-ı İbrâhîm Edhem-Dâstân-ı Fâtıma-Dâstân-ı Hâtun, haz. Mehmet Mahfuz Söylemez, (Ankara: TDV, 2007)
  3. Kitâb-ı Cabbâr Kulu, haz. Osman Egri, (Ankara: TDV, 2007).

8.Hızırnâme Alevi Bektaşi Âdâb ve Erkânı (Buyruk), haz. Baki Yaşa Altınok, (Ankara: TDV, 2007)

  1. İlm-i Câvidân, Virani Baba, Haz. Osman Eğri, (Ankara: TDV, 2008)

 

KAYNAKLAR

 

  • Ocak, Ahmet Yaşar; “Bektaşilik”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul, 1992, s.373-379.
  • Ocak Ahmet Yaşar;  “Hacı Bektaş Velî” TDV İslam Ansiklopedisi, C. 14,İstanbul,1996, .455-458.
  • Ocak, Ahmet Yaşar; “Tarihsel Terminoloji (Bektaşîlik, Kızılbaşlık, Alevîlik)”, Geçmişten Günümüze Alevî Bektaşî Kültürü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 14-
  • Güzel Abdurrahman, Hacı Bektaş Veli ve Makâlât, Akçağ yayınları Ankara 2002
  • Duran Hamiye, Velayetnâme, TDV yayınları Ankara 2007
  • Yılmaz Ali, Akkuş Mehmet, Öztürk Ali, Makâlat TDV yayınları Anakara 2009
  • Şardağ  Rüştü, Hacı Bektâş-ı Velî, Şerh-i Besmele, İzmir 1985
  • Özcan Hüseyin, Hacı Bektaş Veli, Fatiha Tefsiri, Fatih Ün. Yay. İstanbul 2009
  • Duran Hamiye, Besmele Tefsiri, TDV yay. Ankara 2009
  • Türk Ansiklopedisi “Bektaş” maddesi VI, Ankara 1953
  • Pakalın M. Zeki, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü MEB. Yay. İstanbul 1971, s.196
  • Çoşan M. Esad, Makâlât Ankara 1986
  • Gölpınarlı Abdulbaki, Menâkıb-ı Hacı Bektaşı Veli “Velâyetnâme” İstanbul 1958

 

 

Yazan | 2017-12-25T10:10:05+00:00 Temmuz 16th, 2010|Makaleler|Yorum yok